NİHAL ATSIZ’IN MEKTUPLARI
Türkiye'nin II. Dünya Savaşına fiilen katılmamış olmasına rağmen, yakın
tarihinde geçirdiği en zor dönem 1939-1945 yıllarıdır. II. Dünya Savaşı yılları
iktisadî ve siyasî sıkıntıların hat safhaya ulaştığı dönemdir. Avrupa'da savaşın
başlaması ile birlikte Türkiye'de kısmî seferberliğe gidilerek bir milyona yakın
kişi askere alınmış, savunma ihtiyacı için bir önceki döneme oranla ülke
gelirinin büyük bir bölümü ayrılmıştır. Bu gelişmeler ülkede aşırı fiyat
artışları, hayat pahalılığı ve temel ihtiyaç maddelerinin yokluğunu meydana
getirmiştir. Piyasada aranan temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu yanında
hükûmetin ordu ihtiyaçları için, elde edilen ürünün belli bir kısmına el koyması
ve bunun temini için uyguladığı baskılar, özellikle dar gelirli vatandaşlar
üzerinde olumsuz tesirlere yol açmıştı. II. Dünya Savaşı'nın iktisadî anlamdaki
sıkıntıları, Türkiye'de büyük bir sefalete sebep olmuş, sefaletin artışı ise
siyasî buhranı da beraberinde getirmiş, ülkede komünizmin kamçılanmasına ve
Kızıl Rusya lehinde propagandaların artmasına sebep olmuştur.
Bunun yanı sıra Türk milliyetçiliğinin ilmî ve harsî anlamda merkezi
durumunda olan Türk Ocakları'nın 1931 yılında kapatılmış olmasına rağmen Türk
milliyetçileri faaliyetlerine son vermemişlerdir. 1931 yılından II. Dünya
Savaşı'nın başladığı 1939 yılına kadar milliyetçi faaliyetler el altından
yürütülmüştür. Bununla birlikte siyasî iktidarlar milliyetçilik faktörünü
amaçları doğrultusunda uygulamaya ve yönlendirmeye çalışılmışlardır.
Bütün olumsuzluklara rağmen Türk milliyetçiliği, II. Dünya Savaşı öncesinde
birtakım önemli isimlerin yazılarında ve fikirlerinde yaşamış ve temsil
edilebilmiştir. 1939 yılında Z. Velidi Togan, Peyami Safa, Ali İhsan Sabis,
M.Sadık Aran ve Abdülkadir İnan'nın yazılarını neşrettiği Bozkurt dergisi ,1941
yılında Orhan Seyfı Orhon'un çıkarttığı Çınaraltı dergisi, 1943 yılında yayına
başlayan Gökbörü dergisi II. Dünya Savaşı sırasında yayımlanan milliyetçi
dergilerdir.
Bu dönemde üniversitelerde okutulan "İnkılâp Tarihi Dersleri" ve "Atatürk
İhtilâli" adıyla yayımlanan Mahmut Esat Bozkurt'un kitabı Turan ideallerini
çağrıştıran açık ifadeler taşımaktadır. Maselâ, "Devlet işlerinin başına
devletin kurucusu olan kavimden başkaları gelince o devlet inkıraz bulur. Yani
millet istiklâlini kaybeder. Misal mi istersiniz? İşte Abbasiler, işte Endülüs,
işte Osmanlılar... Yeni Türk Cumhuriyeti'nin devlet işlerinin başında mutlaka
Türkler bulunacaktır. Türkten başkasına inanmayacağız" gibi. Bütün bunların yanı
sıra asker ve sivil yatılı okullara alınacak öğrencilerin Türk ırkından olması
şartı gazetelerde yayımlanarak, okullara giriş şartları arasında yer almıştır .
Bütün bu olaylar devletin her alanda milliyetçiliği hatta daha sert bir
dille "Turanî idealler ihtiva eden Türkçülüğü" desteklediğinin delili olarak
görülmektedir.5 Ağustos 1942'de TBMM'de kürsüde başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun
okuduğu programda "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız.Bizim için
Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir...Biz
azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu
istikamette çalışacağız" şeklinde konuşur. İşte bu konuşma 3 Mayıs olaylarının
sebebi olarak gösterilen iki mektubun çıkış noktasıdır.
Nihâl Atsız'ın Mektupları ve Yankıları
II. Dünya Savaşı devam ettiği sırada zamanın başbakanının yukarıdaki
konuşması dikkat çekicidir. Atatürk ülküsüne inanmış ve onun çizgisinde bir
Türkçü başvekil, Türkiye'de ilk defa görülmektedir. Saraçoğlu'nun bir
konuşmasına sığdırdığı bir paragraflık söz dizisi, Türkçü çevrelerde şükran
duygularıyla ve çoğunlukla benimsenmiştir . Milliyetçi bir dergi olan Orhun,
başbakanın milliyetçilik anlayışına kayıtsız kalmaz ve Nihal Atsız başbakana iki
açık mektup yazar. Bu mektuplar Orhun'da yayımlanır .
Atsız'ın açık mektupları Cumhuriyet devri basın tarihinde mühim bir yer
tutar. Bugünkü Cumhuriyet devrinde serbest yazıp söyleme hususunda birer
kahraman kesilen pek çok yazar o günlerde tek parti devrinin ve şahıslarının
şakşakçılığını yaparken Atsız'ın bu mektubu yazması çok mühimdir . Cumhuriyet
döneminde bir bakan hakkında böyle alenî bir tenkit ne görülmüş ne işitilmiştir.
Böyle açık ve şiddetli ithamlara cesaret eden olmamıştır. Bakanları veya
başbakanı tenkit etmek ya da takdir etmek yalnız ve yalnız millî şefe ait bir
imtiyazdır. Üstelik devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, İsmet İnönü'nün
gözüne girmiş, takdirini kazanmış bir şahsiyettir. Mektupların ilk tesirinden
sonra Atsız'ın bu cür'etini nasıl ödeyeceği merak konusu
olur. Zira Halk Partisi fena sarsılmıştır .
Bu mektuplarda hain ilân edilen Sabahattin Ali, Millî Eğitim Bakanı Hasan
Ali'nin ve çevresinin teşvikiyle hakaret davası açar. Atsız'ın yazdığı
mektuplarda ırkçılık ve Turancılık ile ilgili bir şey bulunmamasına rağmen 1944
yılında Sabahattin Ali tahrik edilerek Atsız ve arkadaşları aleyhine açılan
dava, mecrasından saptırılarak ırkçılık ve Turancılık davası olarak millete
empoze edilmiştir .
Nihal Atsız'ın Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na Birinci Açık Mektup
Sayın Başvekil,
Hem Türkçü ,hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum.
Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü
olmayan bir başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir
Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü ,faydasız kalacak olduktan
sonra,sizden daha eski Türkçülerle yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim.
Fakat Türkçü olarak idare mekanizmasının başında olduğunuz için sizinle
konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor,onun için size hitap ediyorum.
Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta : "Biz Türküz,Türkçüyüz
ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve
laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir." demiştiniz. Türk tarihi ile
uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın, ne de devletimizin
tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir
zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle
karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir
zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan
bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş hâline geldiği zaman manalıdır. Buna ülkü
deriz. İş hâline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir.
Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü duruma erişen kuvvetli Türkçülüğün
artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir.
İşte bu satırların güttüğü istek ,size,Türkçülüğün niçin yalnız sözde
kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş hâline gelmediğini sormak ve Türkçülük
tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl
gelişip yayıldığını anlatmaktadır. Bir başvekile hangi sıfat ve cür'etle bu
soruyu soruyorsun diyemezsiniz. Halkçı bir hükûmetin başvekili iseniz, mensup
bulunduğunuz, partinin gazeteleri tarafından birçok defa tekrarlandığı gibi
rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok defa söylediğiniz gibi halk
arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten sözlerinizde samimî iseniz ve eğer
Millet Meclisinin azaları hakikaten bizim vekillerimiz iseler, siz de bir
başvekil, halk adamı, demokrat, halkçı ve Türkçü olmak dolayısıyla beni
dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil de birer gösterişten ibaretse,
şüphesiz, benim bu hitabım cür'etkârlığı da aşan bir küstahlıktır ve bunun için
ilk karşılığı da Orhun'un susturulmasıdır.
Sayın Başvekil,
Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam
ederken , bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi,
bazen açık yürümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin Türkçü
ve partinizin altı okundan bir tanesininde milliyetçilik olmasına göre bunun
böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek
vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size
memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile, sizin Türkçülüğünüzle
bağdaşması kabil olmayan olayları göstereceğim.
Birkaç gün önce Baltacıoğlu İsmail Hakkı 'nın Eminönü Halkevinde verdiği bir
konferansta mühim bir hadise oldu. Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan
bu hadiseyi bilmem işittiniz mi? Herhâlde işitmemiş olacağınız bu vak'ayı ben
size kısaca anlatayım: Baltacıoğlu'nun milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini
haber alan bazı zümreler (yani solcular, komünistler, yani vatan hainleri), bu
konferansta bir hadise çıkarmaya karar veriyorlar, konferans günü salonun sol
tarafını (dikkatinizi çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçıyı kürsüye geldiği
zaman lüzumundan fazla dakikalarca süren alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar.
Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey
gelmiyor. Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi gösterisi sanıyor.
Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı
zaman herkes gülümsüyor. Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun
zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor. Herkes bunu da kıt
terbiyelilerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra Baltacıoğlu Türk
tiyatrosundan bahsettiği sırada yine aynı sol tarafta bir öksürme başlıyor,
çoğalıyor, gürültü hâlini alıyor. Yine kimse bunun bir komünist nümayişi
olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmaya mecbur oluyor.
Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde iken sol tarafın en arkasından bir nefer
kalkıyor ve öksürenlere doğru: "Üniversite gençleri ! Dinlemeye mecbursunuz !"
diye bağırıyor.
İşte o zaman salondakiler ilk önceki alkışın, daha sonraki kahkahanın ve
şimdiki öksürüklerin manasını anlıyor. Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer
elbiseli gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi
kavrayanlardan milliyetçi bir tıbbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere:
"Namussuz komünistler! Milliyetçilik hakkında söz söylendiği için böyle
yapıyorsunuz değil mi!" diye haykırıyor. Tabiî dir, haysiyet ve namusu bir
burjuva uydurması diye telâkki eden komünistlerden kimse bu tahrike aldırmıyor,
yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar altında sinip susuyorlar. 0
zaman Baltacıoğlu, nümayişçilere bakarak şöyle diyor :
"Korktuğum için sustum sanmayın,sadece acıdığım için sustum".Hatip
konferansına devam
ediyor. Kendisine has olan belâgatla komünistliği paçavraya çeviren birkaç söz
söylüyor. Artık bu
kadarına dayanamayan ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen Marksist
taslakları salonu
terk etmeye başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş şeklinde ve kastî bir gürültü
içinde yapıyorlar.
Salonun dışında, holde, ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde toplanan bu güruhun
arasında merak
dolayısıyla dolaşan milliyetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin
Baltacıoğlu'ya tulumbacı
ağzıyla bir küfür savurduktan sonra: ".... bize milliyetçilik dolması
yutturacaktı". dediğini işitiyor.
Bu sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiğini görünce taslaklar
çabucak sokağa fırlayıp
kayboluyorlar.
Fakat şaşılacak nokta şu ki : Halk Partisinin bir mebusu Halk Partisi'nin
bir müessesesinde vatan ve millet düşmanları tarafından tahkir olunduğu hâlde
kimsenin kılı kımıldamıyor. Ne halk evi, ne polis bir takibat veya tahkikat
yapmaya lüzum görmüyor. Aynı gece Leylî tıp talebe yurtlarında milliyetçilerle
solcular arasında başlayan münakaşa dövüşe binmek üzere iken her iki yerde daima
görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor.
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Sayın Başvekil !
İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin
en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet
parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki devlet bilmeden
koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar. Bu yılanlar
yarın birer doktor olup yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri
baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar,bekledikleri
kızıl sabahı Türkiye'ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir.
Zaten toplu ve teşkilâtlı bir hâlde daha şimdiden konferanslarda nümayiş
yapmaları da bu günden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu nümayişi
yapanların arasında, Almanya'ya tahsile gönderilerek komünistlik yaptığı için
talebe müfettişi tarafından geri alınan, fakat bazı mebus amcalar sayesinde
Ankara
üniversitesine doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin bulunması da
bilmem ki ibretle bakılmaya değmez mi?
Acaba, böyle bir vak'a başka ülkelerde olabilir miydi ?
Rusya'da Marksizme, Almanya ve İtalya'da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir
hareket nasıl karşılık
görürdü?
Hatta şu küçük Bulgaristan'da Bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket
tasarlaması nasıl karşılanırdı? Her hâlde kökünden kazınmak suretiyle
karşılanırdı. Yazık ki anayasamızda yasak edilmiş olan yabancı fikirleri
benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar
milliyetçiliğe karşı geldikleri hâlde onlara bir şey yapmıyoruz.İstanbul'da
Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine halk evinde İstiklâl
Marşı çalınırken ayağa kalkmayan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay
ederek: "Arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir!" diyen tarih
öğretmeni, bir kız ortaokulunda talebesine :"Türk değil misiniz? Allah belânızı
versin. Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım", diyen başka bir tarih öğretmeni
hep millî şefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için küstahlığını
arttırmakta devam eden mikroplardır.
Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz.
Vaktiyle Başvekil İsmet Paşa : "Hava tehlikesi vardır en aşağı 500 uçağımız
olmalı!" diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulüne koymuş, sizden önceki
Başvekil Refik Saydam da : "Devlet teşkilâtı A'dan Z'ye kadar bozuktur,düzeltmek
ister" diyerek açık konuşma usulünde bir adım daha atmıştır. Sizde ihtikârla
başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin devletin
başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz.
Bunlara bakarak kuvvetle umuyorum ki sizinle açık konuşmak kabildir. Gerek
reisicumhur İsmet İnönü gerekse siz nutuklarınızda milletin iş birliğini
istememişmi idiniz? İşte ben de sizin samimî sözlerinize bütün millî ve şahsî
samimiyetimle cevap vererek işbirliği yapıyor,devlet işlerine yukarıdan
baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kabil olan ve sizin nazarınıza
ulaşamayan bazı olayları size haber veriyorum.
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Sayın Türkçü Başvekil !
Yukarıda anlattıklarımı münferit vak'alar olarak sayamayız. Solculuk,
gördüğü müsamaha ve kayıksızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde
bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına "Yakında hepiniz
komünist zindanlarında çürüyeceksiniz!" demek cür'etini gösterebiliyor. Yüksek
öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrimemnunları, gayritürkleri
de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket
hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka,
vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırılıyor. Taassupla mücadele
ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri
kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler
parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor.
Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük
gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen
insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade
ediyorsunuz?
Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş,onu başkalarına köle etmek istemiş
olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o
zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması
gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek
çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl
olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına
köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini,
Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu
söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat
edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu
sözlerimin göreceği Türkiye'de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını
gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükûmete yardım etmesi
kabil midir bunu ortaya
koyacak, sizinde hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek
önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım
edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki
700 yıl önce Anadolu'ya gelen 400 arslana karşılık,bugün 400 koyun hâlinde
adırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola
koyulmamız gerekecektir.
Maltepe,20 Şubat 1944
ATSIZ
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Başvekil Şükrü Saraçoğlu'na İkinci Açık Mektup
Sayın Başvekil,
Orhun'un mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok
iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük
bir efkârıumumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı. Size gelince, bunu sizin de
iyi karşıladığınızı biliyorum. Orhun'u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş,
yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım.
Çünkü ben o acı gülümseyişin manasını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle birlikte
çarptığına, yurt meselelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız vardır.
Orhun'un resmî makamlar tarafından tamamen normal karşılanması da Türkiye'de
yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükûmetin samimî Türkçülüğünü belirtmek
bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir
Türk ülkesinde, bir Türk hükûmeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davasını
haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi
bir dergi ancak Türk düşmanlarının hâkim olduğu bir ülkede, maselâ çarların veya
haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi.
Sayın Başvekil:
Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye'de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir
devlettir. Türk ırkının hususî yapısına, ahlakî ve millî temayüllerine aykırı
olan komünizmi Türkiye'ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert
oldukları gibi kanun nazarında da haindirler. Hiçbir millet kendi millî yapısına
düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz. Hürriyetin ve demokrasinin
ana yurdu olan İngiltere'de bile, savaş başlar başlamaz faşist fırkası
lağvedilip azaları hapse atıldı. Bütün dünyada ,yurt düşmanlarına müsamaha
gösteren hatta onlara mevki ve salâhiyet veren tek devlet Türkiye'dir. Bu
müsamaha devletin kuvvetinden kendine güvencinden de doğabilir. Fakat
Türkiye'nin en kuvvetli olduğu çağda, büyük ve şanlı Fatih'in yaptığı
müsamahanın sonradan başımıza ne belâlar getirdiği düşünülürse yurt ve millet
düşmanlarına müsamaha göstermekteki büyük tehlike derhâl anlaşılır. En sağlam
gövdeleri yere vuran şey de küçücük
birkaç mikrobun o gövdede köprü başı kurmasıdır. Derhâl temizlenmezlerse zamanla
çoğalıp uzviyetin can alacak bir noktasını tahrip ederler. Sonrası yıkım ve
ölümdür.
Türkiye'de komünistler var mıdır sorusu birtakımları tarafından sorulabilir.
Şunu unutmamalı ki komünistler hiçbir zaman biz komünistiz diye açıkça
kendilerini ortaya vermezler. Onlar Halk Partisi'nin çok elâstiki olan altı
okundan halkçılığı alıp kendilerini halkçı yurtseverler gibi ortaya atarlar.
Fakat onların hakikî benliğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. Irk ve
aile düşmanlığı ,din ve savaş aleyhtarlığı, faşistliğe hücum perdesi altında
milliyeti baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara aşın sevgi,her şeyi iktisadî gözle
görüş onları açığa vuran damgalardır. En büyük düşmanları olan milliyetçilere
ırkçılık noktasından saldırmaları milliyetçilikte ırkçılığın temel olduğunu
bilmelerinden dolayıdır.
Temeli yıkılan yapının bir anda çökeceğini de çok iyi kestirmişlerdir.
İşte bu usta komünistler,komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye'de sinsi sinsi her
yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprü başlarından
Türkiye'yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Fakat bunlar
sınırlardan gelen mert düşman olmadıkları için kolayca sezilemezler. Bunlar
paraşütle inen bozguncu casuslar gibi ülkenin üniformasını giymiş olduklarından
her Türk bunları seçemez. Onun için bunlar sinsi silâhlarıyla birçok Türk'ü
vurup milliyetçilikten ayırabilirler.
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Sayın Başvekil!
Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan
komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Bunlar vatan düşmanlarına karşı pek
kayıtsız davranan Maarif Vekillerinin gafletinden faydalanarak mühim yerlere
geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. Maarif Vekâleti Türklük
düşmanlarına karşı o kadar gaflet içinde bulunuyor ki size yazdığım ilk mektupta
talebesine: "Türk değil misiniz? Allah belânızı versin! Alman veya İngiliz
olmadığıma pişmanım! " diyen bir tarih öğretmeninden bahsettiğim hâlde şimdiye
kadar bu öğretmenin kim olduğunu araştırmak zahmetine bile katlanmadı. Bununla
beraber Maarif Vekâletine hak vermemek de elden gelmiyor. Çünkü onun kullandığı
memurlar arasında öyleleri var ki bu zavallı tarih öğretmeni onların yanında
vatan kahramanı kadar asil kalıyor.
Örnek mi istiyorsunuz?İşte sırasıyla veriyorum:
1)Bugün Maarif Vekâletine bağlı Dil Kurumu azasından ve Ankara'daki Devlet
Konservatuarı öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen bütün
kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali 1931 yıllarında
Konya'da 14 ay hapse mahkûm edilmişti. Sebebi de başta o zamanki Reisicumhur
Atatürk olduğu hâlde bütün devlet erkanını ve rejimi tehzil eden manzum bir
hezeyanname yazmasıydı. Bazı mısralarını bugünkü bazı mebuslarında bildiği bu
hezeyannamenin tamamını Konya'daki adliye arşivinden bulup çıkarmak
kabildir.Sayın Başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük ıstırap duyduğum iki
mısraında (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyordu :
İsmet girmedi mi hâlâ hapse
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?
Maarif Vekâletinin sevgili memuru bulunan bir komünistin hapse girmesini temenni
ettiği İsmet,pek kolaylıkla anlayacağınız gibi o zaman ki başvekil,şimdiki
reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü
olduğu gibi,boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de, Ayvalık'ta Yunana ilk
kurşunu atan alayın kumandanı Ali Çetinkaya'dır. Bu hezeyanları yazan Sabahattin
Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde,Maarif Vekili Hasan Ali'nin
şahsî sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça
yaşamaktadır.
2) Bugün Ankara'daki Dil Fakültesinde folklor doçenti olan Pertev Naili
Boratav vardır. Nasıl bir komünist olduğunu bilhassa ben çok iyi bilirim.
l936'da Maarif Vekâleti tarafından Asur ve Sümer dilleri öğrenmek için
Almanya'ya gönderilmişti. Fakat daha Türkiye'de iken başladığı komünistliği
orada azıttığı için arkadaşları Ziya Karamuk (Şimdi Samsun Lisesi müdürü), Fazıl
Yinal (Şimdi Ankara'da Arşiv Mütehassısı) ve Şükrü Güllüoğlu (Şimdi İstanbul'da
ticaretle meşgul) tarafından kendisine ihtar yapılmış, aldırmayınca resmen
şikâyet edilmiş ve Maarif Vekâleti tarafından gönderilen Müfettiş Reşat
Şemsettin (şimdi mebus) tarafından suçu sabit görülerek derhâl Türkiye'ye
döndürülmüştür. Pertev Naili 6 yıl tahsil ettikten sonra doçent olacaktı. Fakat
komünizmin faziletine bakınız ki yarıda kalan iki yıllık bir tahsilden sonra
Türkiye'ye dönünce ilk önce maarif vekâletinde bir ambar memuru tayin edilmişken
bazı mebusların araya girmesiyle folklor doçentliğine getirildi ve dört yıl daha
kazanmış oldu. İlk mektubumda size anlatmış olduğum Eminönü Halkevi'ndeki
nümayişte,salonun sol tarafına oturup gürültü çıkaranlar arasında işte bu Pertev
Naili Boratav'ın iki tıbbiyeli kardeşi de vardır.
3) Bugün İstanbul Üniversitesi'nin pedagoji enstitüsü başında bir profesör
Sadrettin Celâl vardır.
Türkiye'de bu kürsüye lâyık bir çok kimseler varken onun buraya getirilmesinin
sebebi sırf maarif vekili ile arasındaki şahsi dostluktur.
Bu Sadrettin Celâl 1920'de Moskova'daki enternasyonal komünist kongresine
Türkiye mümessiliyim diye giden, 1921-1924 yıllarında İstanbul'da Aydınlık diye
azgın bir komünist dergisi çıkararak Türk milliyetini baltalamaya çalışan
,Türkiye'de bir sınıf ihtilâli yaparak Türk milletini birbirine kırdırmaya
uğraşan, birçok askerî tıbbiyelinin komünist olarak okuldan kovulmasına
sebebiyet veren (şimdi Rusça'dan yaptığı tercümelerle edebi komünizm yapan Hasan
Ali Ediz ve Anadolu'da bir kasabada mahpus olan Hikmet Kıvılcım bu askerî
tıbbiyelilerdir), sonunda bu yüzden kendisi de hapse giren bir vatan hainidir.
Bu vatan hainini ve hapisten çıkmış bir sabıkalıyı Türk üniversitesinde pedagoji
enstitüsünün başına getirmek şaheser bir gaflettir.
4) Bugün Ankara'daki Dil Kurumu'nun azasından ve geçen devrenin mebuslarından
(evet sayın başvekil, partinizin mebuslarından) bir Ahmet Cevat vardır. Türkçeyi
tıpkı İstanbul Rumları şivesiyle konuşan bu dilci de 1920 yıllarında Rusya'ya
kaçmış ve orada "Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Bürosu" azası
olmuştur. Trabzon'da 1921'de halk tarafından linç edilen 16 komünist hakkında
Rus komünistlerden Pavloviç'e yazdığı mektubu, Orhun'un 20 Şubat 1934 tarihli
dördüncü sayısında neşretmiştim. Pavloviç'in İnkılâpçı Türkiye adı ile 1921 de
Moskova'da neşrettiği kitabın 119-121. sayfalarından alınan bu mektubu tekrar
neşrediyorum :
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Aziz yoldaşım Pavloviç,
28 Kanunusanide Trabzon civarında vahşicesine öldürülerek denize atılmış
olan Yoldaş Suphi ile Türkiye Komünist Fırkasının merkezi komitesi azalarından 4
kişi ve 12 diğer komünist yoldaşlar hakkında sizinle ciddî görüşmek istiyorum.
Kaybolan yoldaşlarımız hakkında epey zaman malumat alamadık. Fakat sonra
onların Trabzon burjuvazisi tarafından elde edilmiş cellâtlar tarafından
öldürüldükleri anlaşıldı.Ta Erzurum'dan başlayarak bizim yoldaşlarımız aleyhinde
nümayişler başlamıştı. Halka diyorlar ki: Rusya'dan gelmiş olan komünistler
Bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapatmak için geldiler.
Kimsenin almak ve satmak salâhiyeti olmayacaktır. Sonra taharriyata başlanacak,
herkesin eşyası ve parası müsadere olunacaktır. Komünistler dinsizdir. Allah'a
inananların hepsini hapse atacaklardır. Din,ticaret ve hususi mülkiyet
Bolşevikler tarafından men edilmiştir.
Nümayişçiler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis
teşkilâtı tarafından komünistler aleyhine tevcih edilmiş cahil şahsiyetler
çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara hücum ederek taşlamışlar ve parça parça etmeye
kalkmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyordu.
Komünistleri müdafaa için hükûmetin tedbir aldığı yalandır. Bizim mevsuk
menbaalardan aldığımız haberlere göre polisler ahâliyi dükkânları kapamaya
teşvik ettikleri gibi,müdafaasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak içinde
halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi hücumlara yoldaşlarımız dört yahut beş şehir
ve kasabada maruz kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşî hücuma Trabzon'da
uğramışlardır. Bunlar Trabzon'a gelir gelmez ahâlinin bağırıp çağırmaları ve
tahrikleri altında limana sevk edilmişlerdir. Burada onların üzerinde bulunan
birkaç tabancayı aldılar ve sonra cebren bir motora koyarak denize açıldılar.
Bu motorun arkasından ikinci bir motorda sahilden ayrıldı. Bu motorda
silahlı adamlar vardı. Bizim arkadaşları bağladılar ve süngüleyip denize
attılar. Ve bunların tayfası herkese Türk komünistlerinin denizin dibine
gittiklerini anlatıyorlardı. Rusya Şuralar Cumhuriyeti mümessili, yoldaşlarımızı
istikbal etmek istemiş, fakat vali buna mani olarak mümessilin evinden
çıkmamasını emretmiş. Aksi hâlde halk tarafından parçalanacağını bildirmiştir.
Rus mümessilin bu vak'ayı Moskova ve Ankara'ya haber vermesi ve bizim
yoldaşların cellâtlar elinden alınmasına çalışması lâzımdı. Fakat yazık ki o
sırada Trabzon'daki Rus mümessili cesur bir adam değildi.
Trabzon'da bunu bilmeyen yoktur. Motorlar ve sahipleri malumdur. Bu hadisenin
Belediye Reisiyle Millî Müdafaa Cemiyeti riyaset divanı tarafından yapıldığı
söyleniyor. Burada(Rusyada) ise bu meseleye dair henüz bir karar alınmamıştır.
Fakat artık susmak da imkân haricindedir. En iyi ve cesur arkadaşlarımızdan 16
yahut 17 sini kaybettik. Bizimle hemfikir olup cellâtların tecziyelerini
istemelisiniz. Trabzon'a gelecek her komünistin öldürülmesine karar verilmiştir.
Anadolu burjuvası barbarca yaptığı cinayetlerden mesul olmadığını gördüğünden
komünistleri şiddetle takibe devam ediyor. Cellatlar tarafından öldürülmüş olan
bizim en değerli yoldaşlarımızı müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit
ederim. Komünist selâmları ve hürmetler.
Ahmet Cevat
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Türk Komünist Fırkası Merkezi Komitesinin Harici Büro Azası
Görülüyor ki Giritli Ahmet Cevat, millî ve dinî geleneklerine çok bağlı olan
Trabzon halkının ,din ve mukaddesat aleyhine tahrikat yapan 16 komünisti yok
etmesini "Anadolu burjuvalarının barbarlığı!" diye vasıflandırıyorlar. Bu
hareketi Türk polisi ve Millî Müdafaa Cemiyeti (yani Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti )
yaptırmış diyerek kurtuluş savaşında önderlik eden ve Halk Partisi'nin
başlangıcı olan teşkilâtı tahkir ediyor. l6 serseri gebertildi diye yabancı bir
devleti Türkiye işlerine karıştırmaya kışkırtıyor. Bütün bunları yaptıktan sonra
da yılan gibi Türkiye'ye süzülerek sizin partinize girebiliyor ve geçen devrede
mebusluğa kadar yükseliyor. Şimdi de Türk dilini yaratacak olan Dil Kurumu'nda
bütün dillerin Türkçeden çıktığını ispata yeltenecek kadar milliyetçilik
yapıyor. Biz buna razı değiliz. Siz,demokrat Türkiye'nin cidden demokrat
olduğuna inandığımız başvekili herhâlde milletin arzusunu yerine getireceksiniz.
Buna inanıyoruz.
Sayın Başvekil!
Bu saydıklarım komünist oldukları müspet vak'alar ve vesikalarla bilinen
kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir.
Boğaziçi Lisesi'nin son sınıfında iken arkadaşlarına karşı komünizmin müdafaa ve
propagandasını yapan,onların millî mukaddesat diye bildikleri şeyleri tahkir
eden, "günün birinde hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz" diye mukabil
tehdit savuran Doğan Aksoy,nihayet Rusya'ya kaçarken yakalandığı,evrakı arasında
Moskova damgalı mektup zarfları bulunduğu, dolabında Lenin vesairenin
fotoğrafları yakalandığı ve millî mukaddesata karşı olan hareketleri
arkadaşlarının şahitliği ile sabit olduğu hâlde maalesef mahkûm edilmedi. Davada
şahit olarak benim de bulunduğum bu komünistin bilakis lise imtihanlarını
vermesine müsaade edildi. Şimdi felsefe talebesi olarak üniversitede bulunuyor.
Esefle söylemek icap edilmesi gereken bu mikrop,serbest bırakıldı.
Sayın Başvekil!
Bunları gören vatanperver Türk çocuklarının kafasından neler geçtiğini bir
lâhza düşündünüz mü ? Bu çocuklar bazen bana: "Testiyi kıranla suyu getiren bir
olduktan sonra niçin çalışalım ? Niçin yurdumuza bağlı olalım ? " diye
sordukları zaman ben makul bir cevap veremedim. Bu cevabı sizden rica ediyorum.
Evet! Komünistler gizli propagandalarla ordumuzun arasına kadar sokulmaya
çalışıyorlar. Yine esefle söylüyorum ki hükûmet bir ordu mensubunu komünistliğe
başlamış gördüğü zaman ciddileşiyor da binlerce maarif mensubunu kıpkızıl
komünist gördüğü zaman aldırış etmiyor. Maarif şurasında "aile bir zehirdir"
diyerek cemiyetimizin temelini yıkmak isteyen bir Sadrettin Celâl'i pedagoji
profesörlüğünde tutmakla bütün alay kumandanlarını komünistten seçmek arasında
ne fark var?
Talim heyeti arasında komünistlerle kaynaşan Dil Fakültesinde solcu
doçentlerin yapacağı zarar iki yedek subay talebesinin komünistliğinden bin kere
korkunç değil midir? Daha birkaç gün önce İstanbul Tıbbiyesi'nde kimya doçenti
Halil, asker talebelere hitaben: "Askerden nefret ederim" diye bağırdı. Bu sözün
altında solcu temayülün açığa vuruşunu sezmiyor musunuz?
Bu solcuların, artık eski fikirlerinden caymış oldukları da müdafaa makamında
söylenebilir. Fakat "sözü namus saymak" hususundaki geleneğimizi "burjuva
budalalığı" diye gören komünistlerin verdiği söze inanmak ,vatan ve millet
karşısında en büyük gaflet değil midir? Dün dönenlerin yarın yine
dönmeyeceklerine hangi teminatla bakabiliriz? Onlar samimî olarak dönmüş olsalar
bile vaktiyle işlemiş oldukları suçtan dolayı, hiç olmazsa bugün millet işlerine
karışmak hakkından mahrum edilmeli değilmi idiler? Tövbekâr olmuş bir fahişe
artık namuslu sayıldığı hâlde, nasıl namuslu ailelerin harimine alınmazsa, eski
düşüncelerinden dönmüş olan komünistlerinde devlet harimine alınmamaları
gerekirdi. Yüz ellilikler de affedildi. Fakat onlara makinesinde en küçük bir
vazife veriliyor mu? Yüz ellikler acaba komünistlere göre daha mı suçludurlar?
Unutmamak lâzımdır ki bu komünistler yurdumuzun içinde kalıp devlette yer işgal
ettikçe yarın sınırlarda yurdu korumaya koşacak olan Türk çocukları kendileri ve
cephe gerilerini emniyette sanmayacaklardır. Acaba hangi düşünce ve hangi taktik
,vatan çocuklarının bu emniyetsizlik duygusunu gidermekten daha üstün
tutulabilir?
Fransa'da olup bitenler, hükûmette yer almış komünistlerin bir vatanı nasıl
batırdıklarını parlak bir örnek hâlinde göstermiyor mu? Bu komünistleri ileride
Türkiye için seve seve can verecek Türkçü gençlerin tutabileceği yerlerden
uzaklaştırmak,farzı muhâl bir mesele doğursa bile, Türk oğullarını ıstırap
içinde bırakmaktan doğacak millî zaaf kadar tehlikeli olabilir mi?
Nihal Atsız’ın başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar
Sayın Başvekil!
Bütün milliyetçi Türkler sizinle beraberdir. Sizden,tarihimizin bu çetin
anında vatan düşmanı komünizmin ezilmesini,bir daha baş kaldıramayacak şekilde
ezilmesini istiyorlar. Mevcut kanunlar kafi değilse bu bozguncular ocağının
kökünü kurutmak için yeni kanunlar yapınız. Kanun, millet vicdanın ma'kesi
olursa manası olur. Millî vicdan vatan düşmanlarının tepelenmesini istiyor.
Yurtsever Türk çocuklarının gözü önünde kötü bir örnek olan "komünistlere mevki
vermek" usulünü derhâl kaldırınız. Yukarıda verdiğim örnekler yarının neslini
yetiştirecek olan maarif sahasının bu mikroplarla nasıl bulaşmış olduğunu
gösteriyor.
Haydarpaşa Lisesi'ndeki son hadise bu bulaşıklığın görülüp bilinen son
delilidir. Bu olaylar karşısında Maarif Vekâletine de bir vazife düşüyor. Bu
vazife klâsiklerin tercümesinden, sanki yabancı dil ve hatta Türkçe öğretimi pek
yolunda gidiyormuş da sıra kendisine gelmiş gibi bazı liselere konulan Lâtince
ve Yunanca derslerinden daha ileri ve üstün bir vazifedir. Bu vazife Türk
maarifini öğretmen olsun,öğrenci olsun,bütün komünistlerden temizlemek
vazifesidir.
Maarif Vekâleti bir yandan ,dersine bir tek gün gelmeyen öğretmenlerden doktor
raporu isteyecek kadar güvensizlik gösterirken,bir yandan kanunlarımıza yasak
edilen fikirleri Türkiye'ye sokmaya çalışmış olanlara karşı şaşılacak bir
güvenle hareket ediyor. Bunu maarif vekâletinin kötü niyetine veya kastî
hareketlerine yoramayız. Çünkü o takdirde maarif vekâletinin de vatan ihanetinde
ortaklığını kabul etmek icap eder. Bunu, olsa olsa gaflete verebiliriz. Her ne
kadar bir vekilin gafleti mazur görülmezse de kendisine yapılan ihtarlarla bunu
tamir ederek iyi niyetini göstermesi her zaman kabildir. Aksi takdirde vekillik
sandalyesinin, dilediğine dilediği mevkii vermek için kurulmuş bir lüks
sandalyesi olarak telâkkisi manası çıkar ki bunu da demokrat ve halkçı Türkiye
hükûmetine yakıştıramayız. Maarif Vekâleti şimdiye kadar İnönü Ansiklopedisi'yle
ve birçok kitapların ithafıyla devlet başkanına olan bağlılığını göstermeye
çalıştı. Bu bağlılığın samimî olduğunu ispat zamanı gelmiştir. Millî şefe karşı
o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere bütün bu saydığım
komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılığa tezat teşkil eder.
Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhal son verilmesi zaruridir.
Hatta, şimdiye kadar her nasılsa bir gaflet eseri olarak bunları vazifede
tutmaktan doğan utancı silebilmek için bizzat Maarif Vekilinin de o makamdan
çekilmesi çok vatan perverane bir jest olurdu.
Maltepe, 21 Mart 1944,
ATSIZ